Yusuf Tekin'e Göre Andımız Neden Kaldırıldı?
Geçen hafta açıklanan paket Türkiye’nin önemli demokratikleşme sorunlarına parmak bastı. Hemen herkesin artık bu çağda bu da olur mu dediği, bize yakışmayan uygulamalara son verilmesini sağladı. Bunlardan özellikle iki tanesi hem eğitim sistemi açısından ve hem de insan hakları ve demokrasi açısından oldukça önemli. Bireysel hak ve hürriyetleri koruma altına almak ve bunları geliştirmek, demokratik siyasal iktidarların en önemli sorumluluklarındandır. Bireysel hak mücadelesi ile siyasal iktidarlar arasına giren en önemli engellerden bir tanesi modern ulus devletlerin ortaya çıkma sürecidir.
Antidemokratik ve demode uygulamaların en yoğun yer aldığı alanlardan bir tanesidir maarif sistemimiz. Okul yapılarından, Milli Eğitim Temel Kanunu’na, ders kitaplarından programlara her alanda demokratikleşme yönünde pek çok adım atılmış olmasına rağmen hala yapılması gereken çok şey var.
Modern ulus devlet diye tanımladığımız ve 16. Yüzyılın sonundan
itibaren teorik altyapısı oluşturularak, çok uluslu imparatorlukların
yerine kurulmaya başlanan yapıların en temel vasıflarından bir tanesidir
tüm vatandaşlarını tek düzeleştirmek ve ulus devletin vatandaşları
haline getirmek. Modern ulus devletler, öncesinde teba olarak
tanımladıkları kişileri devletin ideolojik aygıtları ile biçimlendirmiş
ve “yetiştirmiş” adeta bir torna tezgahından geçirip
‘vatandaşlar’ haline getirmiştir. Althusser, devletin bu “eritmeyi”
gerçekleştirmek için kullandığı aygıtları analiz eder. Hukuk,
mahkemeler, polis, ordu gibi açık güç kullanımının veya zorlamanın
bulunduğu alanları tanımlamak üzere devletin baskı aygıtları terimini
kullanır. Aile, eğitim ve din gibi onamaya
dayalı kurumlar da yine Althusser tarafından devletin ideolojik
aygıtları olarak tanımlanır. Bu aygıtlar içerisinde eğitimi ve okulları
ayrı bir yere koyar. Ona göre, geniş halk kitlelerine yaydığı eğitim
kurumları aracılığıyla devlet, egemen ideolojiyi kitlelere aşılar.
Modern ulus devlet bir taraftan insanı özgürleştirdiğini iddia ederken,
totolojik bir biçimde onu her açıdan hegemonyası altına alır.
Ulus devlet dayatmaları
İnsanı özgürleştirdiğini iddia eden modern ulus devletlerin bu totolojisinibe örnek olarak “özgürlük
günü” tanımlaması verilebilir. Çok uluslu yapılar yerine kurulan modern
devletlerin bireyleri, her geçen gün daha fazla kendisine bağladığının
güzel bir kanıtıdır bu. Vatandaşın devlete bir yıl içinde ödemekle
mükellef olduğu vergiyi tamamladığı günü “özgürlük günü” olarak
adlandıran bu çalışmalarda bir Roma vatandaşının özgürlük günü Ocak
ayının ilk haftası, 1789 yılında bir Avrupa vatandaşının özgürlük günü
14 Ocak’tır. 1994 İngiltere’sinde bir İngiliz 24 Mayıs’ta
özgürleşmektedir. Avrupa Birliği ortalaması ise 13 Haziran olarak
tanımlanır. Bunlar vatandaşını özgürleştirdiğini iddia eden ulus
devletlerin hali pür melalini göstermesi açısından önemlidir.
Devletin bu “özgürleştirme” faaliyetini yaparken kullandığı en
önemli araç ise hiç kuşkusuz eğitim. Modern dönemin siyasal iktidar
kurgusu ile ilgili yapılan çalışmalarda genellikle eğitime biçilen rol
siyasal sistemin kurulması, korunması ve devam ettirilmesi amacıyla
ritüeller, mitler, idoller ve kahramanlardan oluşan bir sembolik evrenin
oluşturulmasını sağlamasıdır. Renan’ın tabiriyle ulus devletler, bu
sembolik evreni devletin ideolojik aygıtları olarak adeta “her gün
tekrarlanan zorunlu bir plebisit” biçiminde kullanırlar. Foucoult
devletin kullandığı bu ideolojik evreni daha da genişletir. Modern
bilimin tüm imkânları, işyerleri, sınıflar, hastaneler, hatta hapishane
ve tımarhaneler, mahkeme salonları vs. her şeyin vatandaşların egemenlik
alanını modern devlet lehine daraltan araçlar olarak kullanıldığını
ifade eder Foucoult. Hatta mesela Hegel bir adım daha ileri giderek ve
eğitimin insanla devlet özdeşleşmesine kadar varan bir süreç olduğunu
ifade eder.
İyi yurttaş nasıl olunur?
Kuşkusuz modern devletin bu anlamda kullandığı en verimli araç
zorunlu kılınan ilköğrenim evresidir. Ulus devletin vatandaşları bu
süreçte oluşturulur, tanımlanır, ortak dil, vatan, kültür etrafında
ideolojik bir koşullandırma yapılır, sosyalleştirilir. Bölge, kültür,
dil ile sınıf ve zenginliğin doğurduğu kalıcı toplumsal ayırımların
böldüğü vatandaşlar arasında ulusal dil ile bir birlik sağlanır. Ulusal
dil ve beraberinde gelen okuma yazma ile eğitilen yurttaşın beynine
ondan beklenen görevler kazınır, yurttaşlığa ilişkin “devleti savunmak,
vergi ödemek, çalışmak ve yasalara uymak” şeklindeki ulusal ilmihal
devamlı tekrarlanır.
Kırılma noktasının Fransız Devrimi olduğunu söylemeye gerek yok
sanırım. Fransız Devrimi ile Batı’da, modern devletlerin oluşmasıyla
başlayan ve eğitimi; salt bir “bilgi vermek, gelenekselleşmiş hikmetleri
öğretmek ve müşterek hedefe varmak için çizilen yolları gösterme süreci
olarak değil; aynı zamanda, tıpkı devletin ordusu, polisi ve hazinesi
gibi devlet politikasının bir aracı olarak görme” realitesi ortaya
çıkar. Buna örnek olarak Avrupa’da özellikle 19. yüzyıl okur-yazar
oranlarının yüksek olduğu bölgelerde, yani devletin yurttaşlarını
“modern” anlamda eğittiği bölgelerde homojen ulus-devletlerin
yükselmesini verebiliriz.
Aslında benzer bir süreç Osmanlı için de söz konusudur. Bilgi ve
hikmetin öğretilmesi yerine özellikle modernleşme sürecinin hız
kazandığı 19. Yüzyılda eğitim de form değiştirir. 19. Yüzyıla kadar
Osmanlı eğitim sistemi içinde hilafetin Kureyşe ait olduğuna dair
tartışmaların yer almış olması eğitime yüklenne anlamın öncesi ve
sonrasını göstermesi bakımından önemlidir. Bir yanda hilafetin siyasal
gücünden faydalanmak isteyen Osmanlı Sultanı, diğer yanda onun bürokrasi
içinde yer verdiği eliti de yetiştiren medreselerdeki bu “hilafet kimin
hakkıdır” tartışması.
Cumhuriyetin ilanı sonrası bütün vehametiyle modern ulus devlet
kurgusu kendisini hissettirir. Eğitim müfredatından alfabeye, kılık
kıyafetten özel hayata her alanda hem de...
Yeni açıklanan demokratikleşme paketinde yer alan eğitim ile ilgili
hükümlerin demokratikleşme yönünde atılan devasa bir adım olduğunu
peşinen söyleyelim. Hem de tüm bu paradigmaları değiştirme misyonu
yüklenebilecek kadar büyük bir adım. Bilhassa 19. Yüzyılın başlarında
modernleşme süreci ile başlayan, Cumhuriyetin ilanı ile devam eden tek
tip vatandaş yetiştirme politikasından vazgeçilme kararının alındığı bir
adım.
Faşizm devrinin mirası
Özellikle “Andımız” diye bilinen metnin eğitim sürecinin dışına
çıkarılması bu açıdan çok önemli. Tüm dünyada faşizm ve ırkçılığın
egemen olduğu bir konjonktürde, ulus devletlerin tek tip vatandaş
yaratma rekabetinde olduğu bir yarış ortamında kaleme alınmış ve karara
bağlanmış bir uygulamanın son bulması anlamına geliyor bu. Dönemin
Adalet Bakanı’nın Türkleri, ülkenin yegane efendisi ve sahibi olarak
tanımladığını ve Türk soyundan olmayanların ülkede sadece hizmetçi ve
köle olma hakkı olduğu mealindeki cümleleri ile birlikte
değerlendirildiğinde metnin yazıldığı dönemin koşulları daha iyi
anlaşılacaktır. Şu anda yapılan değişiklik bu kadar mühim bir paradigma
değişikliğidir.
Aynı şekilde bütün yabancı dillerin özgürce okutulduğu bir ülkede,
bu ülkenin vatandaşlarının bir kısmının ana dillerini öğrenebilme
haklarının elinden alınmış olması da Türkiye’nin içinde bulunduğu
gelişmişlik düzeyi ile asla bağdaşır bir durum değildir. Paketle yapılan
şey, bu temel insan hakkının vatandaşlar tarafından kullanılmasına
imkan sağlamaktır. En temel insan hakkını bile siyasal ihtiraslarına
kurban edip, üzerinden siyaset üretme telaşındaki art niyetli
eleştiriler dışında hemen herkesin takdirini kazanan ve beklentileri
karşılayan bir paradigma değişikliği bu aslında. Bir ülkenin kendi
vatandaşlarının anadiline gösterdiği saygı, sadece evrensel bir insan
hakları ilkesi değil, aynı zamanda bir arada barış içinde yaşamanın en
temel kurallarından biridir. İçinde çok çeşitli etnik, dini ve mezhepsel
grubu barındıran Türkiye’nin sahip olduğu bu çoklu kültürel yapıyı,
kendi toplumsal barışını ve huzurunu temin edecek bir özgürlük bilinci
içinde değerlendirmesi elzemdir. Bugüne kadar uygulanan yasakçı
politikaların ve halkın doğal taleplerine yönelik aldırmaz tutumların
Türkiye’ye ödettiği bedeller ortadadır. Türkiye, artık çağdaş dünyadaki
yönelimlerle uyumlu olacak ve kendi üniter yapısını da muhafaza edecek
şekilde, tek tek bireylerin ve grupların demokratik taleplerini
karşılayacak olgunluğa erişmiştir.
Yine paket içinde yer alan Nevşehir Üniversitesi’nin isminin Hacı
Bektaş-ı Veli Üniversitesi olarak değiştirilmesi, Roman Dil ve Kültür
Enstitüsü’nün kurulması, ‘klavyelere özgürlük’ söylemiyle ifade edilen
yasaklı harflerin kullanılmasına yönelik serbestiyet, başta öğretmenler
olmak üzere kamuda çalışan personelin kılık kıyafet hürriyetine sahip
olmasını temin edecek düzenlemelerin yapılmış olması hep bu anlamdaki
‘yeni Türkiye’de paradigma değişikliklerinin göstergeleridir.
Demokratikleşmenin salt hükümetler tarafından yürütülecek bir süreç
olmadığı aşikar. Entelektüeller, sivil toplum örgütleri, bürokratlar,
siyasetçiler kısacası herkesin sahip çıkması gereken bir süreçten söz
ediyoruz. Eleştiri ve önerilerimizle zenginleşecek bir süreç.
Demokrasimizin güçlenmesini istiyorsak, temel hak ve hürriyetlerimizin
mücadelesini bizzat vermemiz gerekiyor, insan olarak da, vatandaş olarak
da.
Doç. Dr. Yusuf Tekin - Siyaset Bilimci
STAR
STAR
Yorum Gönder
1.YORUMLARA ADINIZI VE ŞEHRİNİZİ YAZINIZ. BU BİLGİLER YAZILMAZSA CEVAP VERİLMEYECEKTİR
2.SORULAR ONAYLANDIKTAN SONRA YAYINLANACAKTIR.
3.GMAİL HESABI OLANLAR YORUMU YAZDIKTAN SONRA ALTTAKİ BENİ BİLGİLENDİRİ TIKLARSANIZ SORULARA VERDİĞİMİZ CEVAPLAR MAİL ADRESİNİZE GELECEKTİR
4.KÜFÜR VE ŞİDDET İÇEREN YORUMLAR YAYINLANMAYACAKTIR